Finn'in getirdiği haber, Rüzgarın Doruğu'ndaki zaferin tatlı huzurunu bir anda zehir etmişti. Havada, artık sadece temiz dağ rüzgarı değil, yaklaşan bir fırtınanın ağırlığı vardı.
Moaito, hemen harekete geçti. Finn'i tapınağın bir köşesine, nispeten güvenli bir yere taşıdı. Azıklarından kalan su ve şifalı otlarla onun yaralarını sarmaya, en azından hayatta kalmasını sağlamaya çalıştı.
"Kaç kişiler?" diye sordu Moaito, sesi acil ve odaklanmış.
"Çok..." diye inledi Finn, gözleri dalgın. "Yüzlerce... belki daha fazla. Sessizlik Şehrinden çıktılar... ve yolda... yolda diğer köyleri de... kendi tarafına katıyorlar." Bir öksürük nöbeti onu yakaladı. "Kael... önden gidiyor. İnsanlar ona... bir kurtarıcı gibi bakıyor."
Bu, en rahatsız edici haberdi. Kael sadece bir ordu toplamıyordu; bir inanç hareketi yaratıyordu.
Sere, tapınağın girişinde nöbet tutuyor, dışarıdaki yeni, temiz rüzgarın getirdiği her sesi dinliyordu. Finn'in anlattıkları, onun içindeki bir şeyi ateşlemişti. Bu artık sadece kendi korkusuyla veya kadim bir dengeyle ilgili değildi. İnsanlar, aileler, çocuklar tehdit altındaydı.
Moaito yanına geldi. Yüzü gergindi. "Plan değişti. Rüzgarın Doruğu'nu temizledik, ama Kael'in ordusu hala geliyor. Ve bu 'kadın'... Lyrian kadar tehlikeli, belki de daha fazla olabilir."
"Ne yapacağız?" diye sordu Sere, sesi sakin ama alttan alta kaynayan bir öfkeyle dolu. "Burada oturup onları bekleyemeyiz."
"Hayır, bekleyemeyiz," diye onayladı Moaito. "Ama doğrudan bir orduya saldıramayız da. Bu intihar olur." Gözlerinde, bir stratejistin soğuk hesap yapışı vardı. "Finn'in sakladığı köylülere ulaşmalıyız. Onları daha güvenli bir yere götürmeliyiz. Aynı zamanda, Kael'in ordusunun ne yaptığını, bu kadının kim olduğunu öğrenmeliyiz. Bilgi, şu anda en güçlü silahımız."
"Peki ya Kael?" diye ısrar etti Sere. "Onu durdurmak zorundayız!"
"Kael'i durdurmak, ordusunu durdurmaktan geçer," diye açıkladı Moaito. "O, onlara bir amaç, bir inanç veriyor. O inancı kırmazsak, Kael'i yensek bile, bin tane yeni Kael doğar." Sere'nin gözlerindeki hayal kırıklığını görünce, sesini yumuşattı. "Bu bir kaçış değil, Sere. Bu, savaşı doğru yerde ve doğru şekilde yapmak için bir hamle. Bize ihtiyacı olan masumları korumakla başlayacağız."
Sere, bunu kabul etmek zorundaydı. Mantıklıydı. Ama içgüdüleri, Kael'in peşinden gitmek, onunla yüzleşmek için haykırıyordu.
Finn'in haritası ve tarifleriyle, köylülerin saklandığı mağaraya doğru yola koydular. Yol, inişli çıkışlı tepeler ve sık ormanlardan geçiyordu. Her an bir devriye veya avcı grubuyla karşılaşma korkusuyla, gölgelerde ilerlediler.
Bir dere kenarında mola verdiklerinde, Sere dayanamayıp sordu: "O kadın... Işığı yutan gölge. Onun hakkında bir fikrin var mı?"
Moaito, uzun bir süre suyun akışını izledi. "Void'in hizmetkarları çeşitlidir," dedi sonunda. "Kael gibi felsefeyle baştan çıkarılanlar, Lyrian gibi çarpık bir bilgelikle yoldan çıkanlar... ve bir de, doğrudan Void'in en karanlık, en saf enerjisinden yaratılanlar vardır. Belki de o, böyle bir şeydir. Kael'in kişisel muhafızı, ya da... ondan daha fazlası."
Bu ihtimal, havaya daha da keskin bir korku kattı.
Nihayet, Finn'in tarif ettiği gizli mağaraya ulaştılar. İçeriden, çocuk ağlamaları ve endişeli fısıltılar geliyordu. İçeri girdiklerinde, yirmi kadar köylü, korku dolu gözlerle onlara baktı. Hepsi yorgun, aç ve umutsuz görünüyordu.
Sere, onların arasında, elinde oyuncak tahta bir kılıç tutan küçük bir çocuk gördü. Çocuk, ona baktı ve "Siz... siz bizi kurtarmaya mı geldiniz?" diye fısıldadı.
O an, Sere için her şey netleşti. Moaito haklıydı. Bu insanları kurtarmak, Kael'le dövüşmekten daha önemliydi. Bu, somut, gerçek bir şeydi.
"Evet," diye cevap verdi Sere, çocuğa sıcak bir gülümsemeyle. "Geldik."
Moaito, köylülerin lideri konumundaki yaşlı bir kadınla konuşmaya başladı. Onları, dağların daha derinlerinde, terk edilmiş ama savunulabilir bir Naje kalesine götürmeyi planlıyordu. Orada, en azından bir süre güvende olabilirlerdi.
Ancak plan, bir kez daha bozuldu.
Mağaranın dışından, uzakta ama giderek yaklaşan, metalik bir uğultu ve ağır adım sesleri duyulmaya başladı. Yer titriyordu.
Moaito, mağaranın ağzına koştu ve dışarı baktı. Yüzü kül gibi oldu.
Uzakta, vadinin aşağısında, düzenli sıralar halinde ilerleyen gri bir nehir vardı. Kael'in ordusu. Ve ordunun en önünde, Kael'i ve yanında, zırhı gece gibi kara, yüzü görünmeyen, uzun boylu, ince bir figürü görebiliyordu. "Işığı Yutan Gölge".
Ve en kötüsü, ordu, tam olarak onların bulunduğu yöne, mağaraya doğru ilerliyordu.
Sere, yanına geldi. Kalbi, gördüğü manzara karşısında dondu.
"Bizi buldular mı?" diye fısıldadı.
Moaito, başını iki yana salladı, gözleri ordunun üzerinde. "Hayır. Şans eseri. Ama yolları... doğrudan bize doğru. Saklanmamız imkansız."
İkisi, mağaranın girişinde, yaklaşan felaketi izlediler. Kaçış yoktu. Savaş, kapılarına dayanmıştı.
Moaito, Sere'ye döndü. Yüzünde, kadim bir savaşçının sükuneti vardı.
"Hazır mısın?" diye sordu.
Sere, kılıcının kabzasını sımsıkı kavradı ve derin bir nefes aldı.
"Evet."
