Cherreads

COSMIC JUSTICE

KanekiKen43
7
chs / week
The average realized release rate over the past 30 days is 7 chs / week.
--
NOT RATINGS
297
Views
VIEW MORE

Chapter 1 - KIRIK MASKELER VE SİRK

Sabah ışıkları, evin eski pencerelerinden içeri sızarken toz zerrecikleri havada dans eden solgun yıldızlar gibi parlıyordu. Zamanın yorup aşındırdığı bu küçük ev, ahşap kokusuyla, gıcırtılarıyla ve içindeki yorgun nefeslerle adeta yaşayan bir varlıktı. Her tahta parçası, eskiden yaşanmış bir hikâyenin ağırlığını taşıyordu.

Marline elini duvar boyunca sürterek mutfağa doğru yürüdü. Parmak uçları duvarın pütürlü yüzeyini hissediyor, dokunduğu her noktada geçmişin kırık anıları canlanıyordu. Göz kapakları ağırdı, uykusuz gecelerin çizgileri yüzüne kazılmıştı. Son günlerde nefes almak bile ona yük gibiydi, ama yine de ayakta durmayı başarıyordu—çünkü evde, çiçek kokulu hayalleri olan küçük bir kız onu bekliyordu.

Mutfağın masasında oturan Floryn, küçük elleriyle özenle çiçeklerden bir taç örüyordu. Saçlarının pembe tonları sabah ışığında hafifçe parlıyor, onu sanki sabahın kendisinin doğurduğu bir varlık gibi gösteriyordu. Gözlerinde sabırsız ama sıcak bir heyecan vardı.

"Anne!" diye seslendi Floryn, taçtaki çiçek yapraklarını düzelterek. "Bak, bugün kendi başıma yaptım!"

Marline yavaşça kızına döndü. Gülümsemeyi başardı ama gözlerindeki yorgunluğu gizleyemedi. Gözlerinin altındaki morluklar, yıllardır onu takip eden gölgeler gibiydi.

"Aferin sana, meleğim…" dedi hafif bir sesle, ama bu sesin ardında bir titreme vardı.

Bir adım attı—ama o adım, vücudunun kaldıramadığı bir yük gibiydi. Dizleri aniden boşaldı. Ahşap zeminin soğukluğu bir anda tenine çarptı ve gürültülü bir çarpma sesi odada yankılandı.

"Anne!"

Floryn panik içinde koştu. Küçük elleri annesinin yüzüne dokundu. Yüzü, eskisinden daha solgun ve daha kırılgandı.

"Anne… yine düştün…" dedi titreye titreye.

Marline derin bir nefes aldı. "Bir şeyim yok tatlım… sadece biraz başım döndü."

Ama Floryn inanmadı. Küçücük kalbinin derinliklerinde kötü bir şeylerin büyüdüğünü hissediyordu. Marline'in nefesi normal bir insan nefesi gibi değildi… sanki ruhu yavaş yavaş vücudundan ayrılıyormuş gibiydi.

"Anne… babam öldüğünden beri…"

Sesi titredi.

"…sen hiç iyi değilsin."

Marline'in yüzü gölgelendi. Bir anlığına gözlerini kapattı; geçmişi, acıları, eşini kaybettiği o lanetli gün zihninin içinde yeniden beliriverdi.

"Hayat kolay değil, Floryn," dedi kısık bir sesle.

"Baban gittiğinde her şeyim yıkıldı. Ama seni… seni ayakta tutmak için yaşıyorum."

Floryn başını eğdi. Saçlarının pembe telleri yanaklarına düştü.

"Anne… bugün benimle biraz vakit geçirir misin?"

Sesindeki umut, incecik bir ip gibiydi—kopmaya hazır.

Marline derin bir nefes aldı.

Gözlerinde bir suçluluk parladı.

Ama yine de gülümsedi—kırık bir gülümseme.

"Tamam… ama sadece yirmi dakika. Söz ver, üzülmeyeceksin."

Floryn anında parladı.

"Tamam! Tamam anne!"

Marline mutfağın köşesine yürüdü, solmuş çiçeklerden birkaç tanesini topladı; elleri eskisi kadar güçlü değildi, ama yine de Floryn için güzel bir taç yapmaya çalıştı. Parmaklarının titremesi fark ediliyordu. Ama o titremede bile bir sevgi vardı.

Sonunda küçük bir çiçek tacı yaptı.

"Bunu sakla," dedi.

"Beni unutma diye değil… seni asla yalnız bırakmayacağıma söz verdiğimi hatırlayasın diye."

Floryn taçı iki eliyle aldı, kalbine bastı.

"Anne… ben seni hiç bırakmam."

Ama mutluluk anı kısa sürdü.

Eski duvar saatinin tok bir sesi mutfağı doldurdu.

Marline'in yüzü anında gerildi.

"Saat… müşteri saati."

Hızla ayağa kalktı.

Çantasını aldı.

Küçük kızına döndü.

"Floryn… sakın—sakın—ben gelmeden evden çıkma. Olur mu?"

Floryn istemeden başını salladı.

"Tamam anne."

Marline kapıyı açtı.

Soğuk hava içeri doldu.

Ve evden çıktı.

Kapı ardında gıcırdadı ve Marline ağır adımlarla sokağa çıktı. Sabahın ilk ışıkları, sokak taşlarının arasına sızıyor, her bir çatlağı aydınlatıyor ama aynı zamanda gölgeleri de uzatıyordu. Havanın serinliği cildine değdiğinde, küçük bir ürperti hissetti; içindeki yorgunlukla birleştiğinde kalbinde hafif bir çarpıntı oluşturdu. Sokaklar boştu, yalnızca uzaktan gelen kuş cıvıltıları ve uzak bir kedi miyavlaması duyuluyordu. Ama sessizliğin altında bir gerginlik vardı, sokak lambalarının uzun gölgeleri birer tehdit gibi uzanıyordu.

Marline yavaş adımlarla yürüdü, gözleri etrafı tarıyordu; her köşe, her kapı, her pencere dikkatle incelendi. İçinde bir korku vardı, ama korku sadece kendisi için değildi. Floryn için, kızının güvenliği için endişeleniyordu. Sokaklar sessizdi ama Marline bir şeylerin yanlış olduğunu biliyordu; havadaki enerji, sanki farkında olunmayan bir tehlike barındırıyordu.

Tam o sırada, sokağın köşesinden beş gölge çıktı. Erkek iblislerdi; gözlerinde bir alay ve kötü niyet parlıyordu. Marline durdu, nefesini tuttu, içindeki öfke ve korku birbirine karıştı.

"Namussuz karı, gel tekrar," dedi iblislerden biri, sesi alaycı ve sert.

Marline sessiz kalmadı. "Geçen hafta parayı ödemediniz ve ne zaman parayı istesem bahane buluyorsunuz. Bu defa olmaz!" dedi, sesi öfkeyle dolu ama titrek.

Bir iblis onu yakaladı, diğeri ise kıyafetini yırttı. Marline'in gözleri öfke ve korku arasında titriyordu. Bu durum onun ruhunu sarsmıştı; ama gözleri bir çiçeğe takıldı—yerden düşen, mor ve mavi tonlarında soluk bir yaprak. O an Marline'in içindeki kırılma, umutla karıştı.

Floryn ise evin penceresinden dışarı bakıyor, annesinin gitmesini izliyordu. İçinde bir ürperti yükseldi; bir korku, bir endişe. Küçük kalbi, annesinin başına bir şey gelebileceğini sezmişti. O anda Floryn, ayağa kalktı ve sessizce evden ayrılmaya karar verdi. Yavaş adımlarla, dikkatlice, sokakları takip ederek annesini aramaya başladı.

Sokak köşesine geldiğinde, etrafını dikkatle inceledi. Her adımında taşların çıkardığı ses, içindeki endişeyi artırıyordu. Sokak lambaları uzun gölgeler düşürüyordu, sanki Floryn'ü izliyorlardı. Kalbi hızla çarpıyordu; bir yandan annesini bulmak için acele ediyor, diğer yandan olası tehlikelerden korunmaya çalışıyordu.

O sırada, bir çığlık duyuldu—Marline'in sesi miydi, yoksa başka birinin mi? Floryn'in kulakları keskinleşti, kalbi daha hızlı attı. Adımlarını hızlandırdı, ama dikkatlice, sesin geldiği yöne doğru yürüdü.

Sokağın köşesinden Marline çıktı. Üzerinde yırtık kıyafetler, gözleri korku ve öfke doluydu. Floryn'in küçük gözleri annesini gördüğünde, hem inanamadı hem de kalbi sanki parçalanacak gibi oldu. Marline'in yaralı elleri, etrafındaki tehlikeye rağmen kızına bir güç simgesi gibi görünüyordu.

Tam o anda, maskeli adamlar ortaya çıktı. Floryn'in gözleri büyüdü, nefesi kesildi. Maskeli adamlar sessizce yaklaşarak onu etkisiz hale getirdiler; elleri kelepçelendi, ayakları zincirlerle bağlandı. Floryn'in kalbi hızla çarptı, gözlerinden yaşlar süzüldü ama korku ve çaresizlik içindeki sessizliğini korumaya çalıştı.

Maskeli adamlar Floryn bir köle pazarına götürdü etraf kalabalık zengin insanlar ve sahipsiz köleler vardı o an floryn uyandı ve maskeli adam onu toplumun önüne çıkardı ve bağırdı bu kız yeni geldi işinize her türde yarar dedi.

Ve 3 metre öteden bir adam geldi geldiği gibi etrafın aurası değişti floryn ona baktı ve sanki etrafdaki insanlar yok sadece o ile floryn varmış gibiydi ve bu kişi büyük Niterwon kralı Lucius idi

Lucius: Bu köleyi alıcağım

İnsanlar itiraz edemedi ve Lucius floryn satın aldı ve Lucius floryn bir dokunuş attı ve floryn bayıldı ve bir alevli at ile kaleye doğru ilerledi ve kaleye ulaştı

Lucius floryn baktı ve

Lucius:Merhaba sevgili denekim. Dedi

Ve sahne değişti İnsanlar gezegenine geldi

İnsanlar Gezegeni'nin kıyısında, kimsenin pek uğramadığı küçük bir vadinin içinde, tek başına duran eski bir tahta ev vardı. Gündüz güneşi bile bu eve tam giremezdi; bacasından çıkan ince duman, sanki gökyüzüne bile sessizce karışmak ister gibi hafifçe yükselirdi. İçeride, sessizliğin arasına karışan tek şey, yaşlı bir yatağın kırık tahtalarından gelen hafif gıcırdı sesi ve bir kadının güçlükle aldığı nefesleriydi.

Kaneto annesinin başucunda oturuyordu. Çocuk olmasına rağmen yüzünde bir yetişkinin taşıdığı türden yorgun bir dikkat vardı. Elleri birbirine kenetlenmiş, sürekli titriyordu. O kadar uzun zamandır annesine bakıyordu ki, kendi omuzlarındaki ağırlığı hissetmeyi unutmuştu.

Helia'nin yüzü hastalıktan solgundu. Tenindeki renk toprakla neredeyse aynı tondaydı. Gözlerinin etrafı morarmış, dudakları kurumuştu. Yatağın kenarında duran su kabında üç damladan fazla su kalmamıştı ama Kaneto, annesinin her yudumu fazla zorlanmasın diye o üç damlayı bile dikkatle veriyordu.

"Anne… istersen biraz daha su getireyim. Sıcak bir şey de yapabilirim."

Kaneto'nun sesindeki titreme sadece endişeden değil, uykusuzluktandı.

Helia zor bir nefes aldı.

"Gerek yok oğlum… zaten içsem de midem kaldırmayacak."

Kaneto bir şey söyleyecekmiş gibi dudaklarını araladı ama sesi çıkmadı. Annesini fazla konuşturmak istemiyordu. Sessizce başını eğdi. Bir süre öyle kaldı, tavanın tahtalarını izledi. Gözlerinde küçük küçük yansımalar… sanki yıllardır bitmeyen bir yağmur altında duruyormuş gibi.

Helia elini kaldırdı, parmakları titriyordu. Kaneto hemen öne eğildi ve annesinin elini kendi elleriyle tuttu.

Helia: "Oğlum… yüzüne bakınca hep babanı görüyorum."

Kaneto: "Babam mı?"

Helia: "Evet… aynı gözler, aynı dik duruş. O da hep güçlü olmaya çalışırdı. Ama güçlü görünmek… güçlü olmak demek değildir."

Başını yana çevirdi, hırıltılı bir nefes daha aldı.

"Senin omuzlarına bu kadar yük binmesini istemezdim."

Kaneto'nun boğazı düğümlendi.

"Ben iyiyim anne… Sen iyi ol yeter."

Kadın hafifçe gülümsedi ama o gülümseme acıyla kırılan bir cam gibiydi.

"Keşke… keşke bir doktor çağırabilseydik."

Kaneto hemen başını iki yana salladı.

"Bulurum. Söz veriyorum. Yarın yine gideceğim kasabaya. Belki biri yardım eder."

Kendi söylediğine kendisi bile inanmıyordu. Kim yardım ederdi ki? Paraları yoktu. Yiyecekleri bile tükenmişti. Ama Helia umut etsin diye yalan söylemek zorundaydı.

Helia yorgun bir bakışla oğluna bakıp saçlarını okşadı.

"Sen… çok iyi bir çocuksun."

Kaneto'nun gözleri doldu ama annesi görmesin diye yüzünü hemen yana çevirdi. İçinde öyle güçlü bir korku vardı ki… annesini kaybetme korkusu, onu her gece uyutmayan gölge gibiydi. Dışarıdan geçen rüzgâr bile Kaneto'nun kalbine soğuk ve sert çarpıyordu.

Bir süre sessiz kaldılar. Evin içindeki çıtırtılar, rüzgârın tahta duvarlara çarpan sesi… her şey aynı anda hem sakin hem de boğucu geliyordu.

Kaneto yavaşça ayağa kalktı.

"Sobaya biraz odun atayım… üşüme olur mu anne?"

Helia: "Kaneto… biraz dinlen istersen. Gözlerin kapalı duruyor."

Kaneto: "Hayır… bir şey olmaz."

Sobanın kapağını açtı, birkaç odun attı. Ateş alevlendi, odanın içine turuncu bir sıcaklık yayıldı. Ama bu sıcaklık Helia'nın titreyen bedenine bile ulaşamıyordu.

Kaneto yerine döndü, tekrar annesinin yanına oturdu.

"Korkuyor musun anne?"

Helia kısa bir süre düşündü, sonra başını hafifçe salladı.

"Hayır oğlum… sen yanımdayken değil."

Bu söz Kaneto'nun göğsüne ağır bir yük gibi oturdu. Çünkü içten içe, bu evin dışındaki dünyanın onları hiç umursamadığını biliyordu. Hastalık… açlık… yalnızlık… Hepsi Kaneto'nun omuzlarına yüklenmişti.

Helia bir anda titredi. Kaneto hemen battaniyeyi düzeltti, annenin alnına dokundu. Ateşi artmıştı.

"Annee… yine yükselmiş. Şimdi iyi olacaksın tamam mı? Sana bir çorba yapayım."

Helia: "Kendini yorma oğlum. Biraz yanımda otur yeter."

Kaneto annesinin elini tuttu.

"Ben hep yanındayım."

Dışarıda rüzgâr durdu.

Sanki dünya birkaç saniyeliğine sessizliğe bürünmüştü.

Sonra…

Ayak sesleri.

Ağır.

Ölçülü.

Güven vermeyen bir kararlılıkla yaklaşan ayak sesleri.

Kaneto fark etmedi ama Helia'nın gözleri kapı tarafına kaydı. Nefesi hızlandı.

Evin önünde iki gölge durdu.

Rown: "Burası işte."

Harry: "Kapıyı çalacak mıyız?"

Rown: "Gerek yok. İçerdekiler zaten seçildi."

Evin tahtalarından kırılacak bir kapı sesi duyulmadan hemen önce…

Evdeki huzur tamamen öldü.

Kapı önünde duran iki gölgenin varlığı, küçük evin içindeki havayı bir anda değiştirmişti. Rüzgârın sesi kesildi, sobanın çıtırtısı bile yankısız kaldı. Helia dudaklarını aralamaya çalıştı ama nefesi çıkmadı. Kaneto annesinin yüzündeki korkuyu görünce ister istemez kapıya baktı.

Bir gölge kapının aralığından geçti.

Rown: "Ne kadar zavallı bir yer…"

Sesindeki küçümseme evin duvarlarını bile soğuttu.

Kaneto ayağa kalkınca içgüdüsel bir titreme yaşadı ama geri adım atmadı. Elleri yumruk oldu, nefesi hızlandı.

Kapı bir anda tekmeyle kırıldı.

Tahtalar gürültüyle yere saçıldı, soğuk hava içeri doldu.

Harry: "Selam küçük… annen nasıl?"

Bir adım öne çıktı; yüzünde iğrenç bir sırıtış vardı.

Helia korkuyla geri çekildi ama yatağın kenarından öteye gidemiyordu.

Kaneto hemen önüne geçti.

Kaneto: "Uzak durun! Evimize izinsiz giremezsiniz!"

Sesi titriyordu ama içindeki korkuyu bastırmaya çalışıyordu.

Rown evin içine adım attı.

Pahalı kıyafetleri, parlak çizmeleri bu yoksul evle alay eder gibi parlıyordu.

Rown: "Bugün biraz eğlence lazım… iyi bir gösteri çıkarırsınız."

Gözleri direkt Helia'ya kaydı.

Kaneto dişlerini sıktı.

"Dokunma ona!"

Harry bir kahkaha attı.

"Aaa bak… konuşuyor bile."

Rown elini uzattı ve Helia'nın kolunu yakalamak için hamle yaptı.

Tam o anda Kaneto, hiçbir şeyi düşünmeden öne atladı.

ÇOCUK OLABİLİR AMA O ANDA KORKUYA YER YOKTU.

Kaneto, Rown'un koluna sarıldı ve onu geri çekmeye çalıştı.

Rown şaşırdı, çünkü bu kadar zayıf bir çocukta böyle bir güç beklemiyordu.

Rown: "Ne—? Çekil önümden!"

Onu itmeye çalıştı ama Kaneto kolu bırakmadı.

Dişleri kilitlendi, gözleri doldu, tüm vücudu titriyordu.

Kaneto: "ANNEMİ BIRAK!"

Harry hızla içeri girip çocuğun yakasına yapışmak istedi fakat Kaneto, tamamen refleksle, elindeki sıcak soba küreğini kapıp savurdu.

Küreğin metal tarafı Harry'nin koluna çarptı.

Harry bir an geri sıçradı.

Gözleri büyüdü.

Harry: "Bunu… bunu küçük bir veled mi yaptı?!"

Sesinde gerçek bir şaşkınlık vardı.

Kaneto küreği sıkıca tuttu.

Nefes nefese kalmıştı ama ilk defa güçlü hissetmişti.

Kaneto: "Size izin vermeyeceğim! Annemi götüremezsiniz!"

Helia'nın gözlerinden yaşlar süzüldü.

Oğlunun bu hali hem gurur verici hem de korkutucuydu.

Rown, kolundaki acıyı umursamadan doğruldu.

Gözlerinde artık oyun değil, öfke vardı.

Rown: "İnatçı çocuklardan nefret ederim."

Kaneto bir adım geri çekildi. Kalbi hızla atıyordu ama küreği bırakmadı.

Harry ise sinirle ileri atıldı.

Harry: "Elindeki sopayı bırak!"

Kaneto küreği savurdu ama Harry bu kez hazırdı, tek hamlede küreği tutup çocuğun elinden aldı.

Kaneto boşta kalan yumruğuyla saldırmaya çalıştı—hiç teknik yok, hiç güç yok… ama her darbesi, annesini koruma içgüdüsünden doğmuştu.

Harry birkaç yumruğu koluyla karşıladı, sonra çocuğu itip yere serdi.

Kaneto kuru tahtalara çarpınca nefesi kesildi.

Ama yine kalktı.

Titreyen dizlerine rağmen ayağa kalktı.

Harry: "Pes etmiyor ha…"

Gülerek başını salladı.

"Çocuk için fena değil."

Kaneto tekrar atıldı. Bu kez yumruk yerine atladı; Harry'nin beline sarıldı, devirmeye çalıştı. Ama Harry çok güçlüydü. Kaneto'nun parmaklarını bile ayırmadan, onu kolundan tutup savurdu.

Çocuk bir kez daha yere düştü.

Başının yan tarafı duvara çarptı, gözleri kısa bir an bulanıklaştı.

Helia çığlık attı:

"KANETO DUR! YAPAMAZSIN!"

Ama Kaneto annesini duyacak halde değildi.

Gözleri yarı kapalıydı ama hâlâ ayağa kalkıyordu.

Kaneto: "Annem… benden başka kimsesi yok…"

Nefesi kesik kesikti.

"Onu… KİMSEYE… VERMEYECEĞİM!"

Bu söz Harry'nin gülüşünü bile söndürdü.

Adam sustu. Bir saniyeliğine bile olsa çocuğa saygı duydu.

Ama Rown sabırsızdı.

Rown: "Yeter."

Bir hamlede Kaneto'nun arkasına geçti.

Çocuğun omzuna bastırıp yere çiviledi.

Kaneto tüm gücüyle çırpındı ama hareket edemiyordu.

Kaneto: "Bırakın— anneme dokunmayın—!"

Harry küreği bir kenara attı, sonra Helia'ya yöneldi.

Helia gözyaşları içinde başını iki yana salladı.

"Oğluma zarar vermeyin… ne olur…"

Rown kaneto'nun kulağına doğru eğildi:

"Merak etme çocuk… seni de alacağız. İkinizi de."

Kaneto'nun gözlerinden yaşlar aktı.

Yere bastırılmış halde çırpınmaya devam etti ama gücü tükenmişti.

Harry Helia'yı kaldırdı; kadın ayakta bile duramadığı için kucağına almak zorunda kaldı.

Kaneto: "ANNE—!"

Son bir kez tüm gücüyle bağırdı ama sesi boğuk çıktı.

Rown çocuğu son kez yere bastırıp bayıltmak için elini kaldırdı.

Kaneto'nun son gördüğü şey, kapının dışında bekleyen siyah at arabası ve onun parlak demirleri oldu.

Gözleri karardı.

Nefesi yarım kaldı.

Dünya sessizleşti.

Ve karanlık her şeyi yuttu.

Rown'un dudakları kıvrıldı, ama hızla yeniden kontrolü ele aldı. Henry, gözleri çocuğa sabitlenmiş, ne yapacağını kestirmeye çalışıyordu. Kaneto'nun bu direnci kısa ama anlamlıydı; Rown, sabırla çocuğu tekrar yere bastırdı ve elini kaldırıp son kez bayıltmak için hazırlandı.

O sırada kapının dışında bekleyen at arabasının silüeti Kaneto'nun bulanık görüşünde belirdi. Parlak demirler, siyah ahşap ve üzerindeki ağır çadır örtüsü, onun gözünde bir gölge gibi yükseldi. At arabası, sadece bir araç değildi; o, Kaneto'nun bütün bilinmezliğe doğru sürükleneceği yolculuğun sembolüydü.

Rown, Kaneto'nun direnç gösterdiğini görmekten keyif alıyordu, ama aynı zamanda sabırlıydı. "Hazır ol… artık yolculuk başlıyor," dedi ve son darbeyi indirmek üzereyken, Kaneto'nun gövdesi, bilinçsizce bile olsa bir tepki verdi. Vücudu sertleşti, kasları istemsizce kasıldı ve küçük bir çırpınışla tekrar kendini diriltmeye çalıştı.

Fakat karanlık ağır geliyordu. At arabasının tekerlek sesleri, dışarıdaki taş sokaklarda yankılanıyor, rüzgar Kaneto'nun saçlarını savuruyordu. İçindeki küçük kıvılcım, bir çocuk kadar küçük ama bir o kadar da parlaktı. O an gözlerini açtı ve Henry'nin şaşkın bakışlarıyla karşılaştı. Henry, Kaneto'nun bu kısa ama etkili direnişini görmüş, kaşlarını çatmıştı. "Huh… beklenmedik bir güç… ama kısa sürecek," dedi kendi kendine.

Rown, çocuğun tekrar direnmesini engellemek için hızlı bir hamle yaptı, Kaneto'nun kolunu kavrayıp yere bastırdı. Bu sefer direnmek mümkün olmadı; gözleri karardı, nefesi kesildi ve karanlık ağır bastı.

At arabasının kapısı aralandı ve Kaneto'nun baygın bedeni içine yerleştirildi. İçerisi soğuk ve karanlıktı; ahşap zemin, metal parmaklıklar ve hafifçe sallanan fener ışığı, içeriyi hayal edilemeyecek kadar kasvetli gösteriyordu. At arabasının tekerlekleri taşlara çarptıkça çıkan sesler, Kaneto'nun başında bir çınlama oluşturdu, bilinçsiz ama içgüdüsel bir şekilde gerginliğini artırdı.

Henry ve Rown, arabayı sürerken Kaneto'nun baygın bedeni üzerinde gözlerini ayırmadılar. Henry, bu küçük bedenin içinde ne kadar yoğun bir öfke ve kararlılık saklandığını görüyordu. "Bir çocuk… ama bir felaketin başlangıcı olabilir," diye düşündü. Rown, sessizce onayladı ve arabayı hızlandırdı; karanlık sokaklar, taş kaldırımlar ve ay ışığı, at arabasının peşini bırakmadan Kaneto'yu bilinmeyene sürüklüyordu.

Kaneto'nun zihni bulanık ama bir şekilde parçalanmamıştı. İçinde küçük bir ses, annesini ve güveni düşündükçe titriyordu. Fakat vücudu hâlâ baygındı, ve her nefes alışında içindeki acı daha da derinleşiyordu. At arabasının sallantısı, soğuk hava ve bilinmeyen yolculuk, onu tamamen güçsüz bırakmıştı; ama zihnindeki kıvılcım, kaybolmamıştı.

Rown, sonunda Kaneto'nun tam kontrolünü sağladığını hissetti. Arabayı durdurdu, Henry ise arkasında dikkatle bekliyordu. Kapı aralandı, dışarıdan soğuk gece havası içeri doldu, Kaneto'nun yüzüne çarptı. Baygın ama bilinçli bir şekilde, küçük bir nefes aldı. Rown, çocuğu dikkatle arabadan indirdi. Bu, Kaneto'nun yaşamında, belki de en karanlık yolculuğun ilk adımıydı.

Henry, sessizce başını salladı. "Pekâlâ… bakalım bu küçük ne kadar dayanacak," dedi. Gözleri Kaneto'da sabitlenmişti, dikkatle takip ediyordu. Kaneto, bu kısa süreli dirençle bile hem Henry'yi hem de Rown'u şaşırtmıştı; ama şimdi tamamen teslim olmuştu.

Bir süre sonra at arabası, taşlı bir araziye yöneldi; yol daha engebeli, sallantılar daha sertti. Kaneto'nun vücudu her sarsıntıda fırlıyor, kasları acıya tepki veriyordu. Baygın ama bilinçli bir şekilde, küçük bir çığlık patlatmaya çalıştı ama ağzı kilitliydi. Kafasının içi, karanlık ve korku ile dolu bir tünel gibi hissediliyordu; tek bir adım, onu tamamen bilinmezliğe sürükleyecekmiş gibi görünüyordu.

Henry, bu sırada arabayı takip eden gölgeden bir an gözlerini ayırmadan izledi. "Bu küçük… sıradışı bir kararlılığa sahip. Ama dayanamaz," dedi. Rown ise sessiz kaldı; arabayı düz tutuyor, her hareketini hesaplıyordu. Her iki yetişkin de Kaneto'nun küçük bedeninin içinde saklı olan öfkeyi hissediyordu, ama bununla nasıl başa çıkacaklarını biliyorlardı.

Kaneto, bir süre sonra nefes alışını düzenleyerek, bilinçli bir şekilde küçük kas hareketleriyle kendini toparlamaya çalıştı. Karanlık ve sıkışıklık arasında gözlerini açtı ve arabada asılı duran demir halkaları, tahta zemin ve ışığın yansımasını gördü. İçinde bir kıvılcım yanmaya başladı: "Yaşamalıyım… bir yol bulmalıyım…"

Fakat arabada geçen her saniye, onu güçsüzleştiriyordu. Karanlık, soğuk ve bilinmezlik galip geliyordu. Her nefes alışında acı, zihninde kabus, kaslarında yorgunluk artıyordu. Yavaş yavaş, bilinçsizce kendini teslim etmeye başladı; ama içindeki küçük kıvılcım hâlâ yanıyordu.

At arabası, nihayet sirke doğru ilerlerken, Kaneto'nun zihninde sahneler daha da netleşti. Sirkin önündeki kalabalık, yüksek sesler, maskeli figürler, her biri onun bilinçaltında büyüyen korku ve endişeyi körüklüyordu. At arabasının tekerlekleri taşlara çarpıyor, her sarsıntıda kalbi daha hızlı atıyordu.

Henry ve Rown, arabayı sirkin önüne doğru sürerken sessiz ve gergin bir bekleyiş içindeydiler. Kaneto, küçük bir kas hareketiyle gözlerini araladı ve Henry'nin bakışlarıyla karşılaştı; şaşkın bir ifade, çocuğun beklenmedik direncine hayret etmişti. Ancak Rown'un soğuk bakışı, çocuğun ufak direncini hemen bastıracak kadar güçlüydü.

Arabada geçen bu yolculuk, Kaneto'nun hem fiziksel hem psikolojik olarak sınandığı ilk gerçek kabustu. Gözleri bulanık, nefesi kesik, vücudu ağrılı, ama zihninde hâlâ bir kıvılcım yanıyordu: hayatta kalma arzusu.

Ve işte o an, at arabasının kapısı tamamen açıldı; soğuk gece havası içeri doldu. Rown ve Henry, Kaneto'nun baygın ama direnmeye çalışmış bedeni üzerinde son kontrolleri yaptılar. Küçük bir nefes, küçük bir kıvılcım… ve bilinmez bir yolculuk daha başlamıştı.

VE SİRKİN ÖNÜNE GELMİŞLER İDİ

Sirk alanı, birdenbire yankılanan bir davul sesiyle titredi. Karanlık çadırın içinde yüzlerce izleyicinin nefesi birleşip tek bir uğultu oluşturuyordu. Kaneto ile Helia, sahnenin önüne çekildiklerinde insanların bakışları üzerlerine saplandı. Herkesin yüzünde bir merak, ama meraktan daha keskin olan bir şey vardı: acımasız bir beklenti.

Rown, ağır adımlarla sahnenin merkezine çıktı. Simsiyahtı kostümü, maskesinin altında gülümseyen bir şeytan yüzü varmış gibi gözüküyordu. Bastonunu iki kez yere vurdu.

Rown: "Siz hazırsanız 1. Perde başlıyor!"

Sesi çadırın kumaşlarını bile titretti.

Kalabalık: "HAAAZIRIZ! BAŞLASIN!"

Yüzlerce kişinin aynı anda bağırması Kaneto'nun kulaklarında zonklayıcı bir baskı yarattı.

Rown: "O halde… 1. Perde: KUKLA GÖSTERİSİ!!!"

O anda, çadırın karanlık köşelerinden bir sürü kukla ilerlemeye başladı. Hepsinin yüzü beyaz, gözleri boştu. Eklem yerlerinden takırdayarak yürürken ritmik bir tıkırtı sahneyi doldurdu. Kuklalar, Kaneto ile Helia'nın tam önünde bir yarım daire oluşturdu.

Rown bastonunu kaldırdı.

Rown: "Bu oyunun tek bir kuralı var! Kuklalar ne yaparsa aynısını yapacaksınız! Uymayan, geciken, ya da hatalı yapan… bir tokat yer!"

Kalabalık bağırarak güldü. Kaneto'nun elleri titredi.

Kaneto, Helia'ya yaklaştı. "Anne… aynı hareketi yapman lazım. Yapabilir misin?" Sesinde bir korku vardı, yutkunduğunda boğazı acıdı.

Helia gözlerini zorla açtı; yüzü bembeyazdı.

"Deneyeceğim… elimden geleni." Sesindeki yorgunluk, çadırın soğuğundan daha ağırdı.

Birden bir zil sesi çaldı.

Rown: "BAŞLAAAAA!!!"

Müzik patladı. Garip, eğri büğrü notalı, tempo sürekli değişen bir akor dizisi… Sanki çalınan şey müzik değil, kabus gibiydi.

Kuklalar aynı anda hareket etmeye başladı.

Eller yukarı.

Dizler kırık.

Baş sola.

Sonra sağa.

Bir dönüş.

Bir eğilme.

Tekrar kalkma.

Her hareket, mekanik ama tuhaf şekilde düzenliydi.

Kaneto, annesinin yanında durarak hareketleri taklit etti. Çevrelerinden izleyicilerin uğultusu yükseliyor, bazıları alkışlıyor, bazıları kahkaha atıyordu. Kuklaların her bir hareketi daha da hızlanıyordu.

Helia nefes nefese kalmaya başlamıştı. Her hamlesi biraz daha gecikiyor, dizleri titriyordu. Kaneto yan gözle ona baktığında, annesinin yüzünde acıdan bir kırışma gördü.

"Anne… dayan!" dedi Kaneto titrek bir sesle, ritme uymaya çalışırken.

Ama müzik hızlandı.

Kuklalar adeta çılgın bir dansa girdi.

Bir anlık bir hatada tokat yemekten kaçamayacaklardı.

Helia son bir hareketi yapmaya çalışırken ayağı kaydı ve yere düştü.

Kaneto: "Anne!"

Sesini duyunca insanlar yeniden güldü. Ama Kaneto ritmi bozmadan hareket etmeye devam etmek zorundaydı. Yoksa tokat sayısı ikiye çıkacaktı.

Müzik durdu.

Rown bastonunu yere vurdu.

"Ve 1. Perde burada sona erdi! Bu kadın bir tokat yiyecek!"

Bir kukla ileri adım attı. Yüzündeki gülümseme çizilmişti ama tokadının gücü gerçekti.

Kukla, Helia'nın yanına geldi.

Bir an durdu…

Sonra şiddetli bir tokat patladı.

Ses çadırda yankılandı.

Helia yana doğru savruldu. Kaneto'nun nefesi kesildi, dişleri birbirine kenetlendi. Gözlerindeki öfke artık gizlenemiyordu

Kalabalığın uğultusu, çadırın tentesine çarpan rüzgâr gibi uğursuz bir titreşim yayıyordu. İlk perdenin acımasızlığı seyircileri daha da coşturmuştu; onların gözünde bu bir dram değil, heyecan verici bir oyundu. Helia'nın yanağında kızaran iz bile onlar için sadece geceyi renklendiren bir ayrıntıydı.

Rown, geniş bir sırıtışla sahnenin ortasına yürüdü.

Abartılı hareketlerle elini havaya kaldırdı.

Rown: "Haaazırsanız… 2. Perdeeeee başlıyorrrrr!"

Kalabalık, kan isteyen bir hayvan gibi bağırdı:

Kalabalık: "BAŞLAAA! BAŞLAAA! BAŞLAAA!"

Bu ses, sahnenin her tarafını doldurup Kaneto'nun kulaklarını patlatacakmış gibi çınlıyordu. Çocuğun yüreği göğsünde bir kuş gibi çırpındı.

Annesi yanında, nefes nefese…

Sahnede bir anda iki iri adam belirdi. Omuzlarında kocaman, kararmış, ağır bir meşe odunu taşıyorlardı. Üzerinde eski kan lekeleri, çizikler, oyuklar vardı. Bu odun, bir gün önce kaç kişinin umudunu kırmıştı, kim bilir.

Odu­n yere bırakıldığında çadır titredi.

THUDD.

Kaneto irkildi. Helia'nın ayağı geri çekildi.

Rown, sahnenin önüne yürüdü ve sopayı göstererek çılgınca bağırdı:

Rown:

"Bu odunu kim kaldırırsa…

3. Perdeye avantajla geçecek!

Kalacak gücü olmayan ise… cezasını çeker!"

Kalabalık alkış kıyamet…

Onlar için insanların acı içinde kıvranmasını izlemek, akşam eğlencelerinin doğal bir parçasıydı.

Kaneto annesine döndü.

Ellerini tuttu.

Kaneto:

"Anne… bunu yapabilir misin?"

Sesi çatlıyordu.

Kendini güçlü göstermeye çalışsa da korkusu yüzünden sızıyordu.

Helia yorgun bir gülümseme ile başını salladı.

Helia:

"Denerim, oğlum… Söz veriyorum… deneyeceğim."

Ama gözlerinin içindeki titreşim, Kaneto'nun kalbine bıçak gibi saplandı.

Helia'nın durumu belliydi. Ateşi vardı… omuzları titriyordu… Nefesi kısa kısa…

Bu kadının o odunu kaldırması neredeyse imkânsızdı.

Rown bir kez daha bağırdı:

Rown:

"BAAAAŞLAAAAA!"

Bir trampetin gürültülü sesi yükseldi.

Kalabalık coştu.

Kaneto nefesini tutarak oduna yaklaştı.

Sırtındaki bütün acıya rağmen, annesini koruma düşüncesi onu ayakta tutuyordu.

Ellerini oduna attı.

Ağırlık parmaklarının kemiklerine kadar bastı.

Kolunda bir yanma…

Omuzlarında bitmek bilmeyen bir baskı…

Ama çocuk bir şekilde odunu havaya kaldırmayı başardı.

Kalabalıktan bazıları şaşkınlıkla:

"Vay be küçük baya güçlüymüş!"

Kaneto, dişlerini sıkıp odunu tam baş hizasına kadar kaldırdı.

Ayakları titriyordu.

Gözlerinin kenarında yaşlar birikti ama yere akmadı.

Annesine baktı.

Helia hâlâ odunun başındaydı.

Helia ellerini oduna uzattı.

Parmakları titriyordu.

Zaten güçsüz olan bedeni neredeyse sallanarak duruyordu.

Kaneto'nun yüreği sıkıştı.

Kaneto:

"Anne… yapma. Zorlaman gerekmiyor…"

Ama Helia, oğlunun gözlerindeki korkuyu görünce daha da direnmek istedi.

Helia:

"Ben… denemek zorundayım…"

Oduna dokundu.

Bir kez daha nefes aldı ve tüm gücüyle odunu kavradı.

Aynı anda…

DÜŞ—

Odun yere çarptı.

Helia'nın elleri kaydı.

Avuç içi parçalandı, derisi yarıldı.

Elinden kan sızdı ve sahnenin kirli zeminine damladı.

Kalabalık alay eder gibi "ooooh!" diye bağırdı.

Helia'nın dizleri çözüldü.

Kaneto odunu hâlâ tutuyordu ama annesine koşmak istiyordu.

Omuzları titredi.

Kaneto:

"Anne! Lütfen yapma, ne olur!"

Rown kahkahalar atıyordu.

Rown:

"Düşürdü! Demek ki… cezayı hak etti!"

Kuklalardan biri sahneye girdi.

Yüzünde korkunç bir gülümseme çizilmişti.

Helia'nın yanına geldi.

Kadın nefes nefese, elleri kan içinde…

Kukla, bir an bile tereddüt etmeden elini kaldırdı—

PAAAT!

Tokat bütün çadırda yankılandı.

Helia yana doğru savruldu.

Kaneto'nun içi parçalandı, odunu düşürdü ve annesine koştu.

Kaneto:

"Yapmayın artık! Yeter! Lütfen durun!"

Ama kimse dinlemiyordu.

Kalabalık tokadı alkışladı.

Aşağılık bir zevk içinde bağırıyorlardı:

"DAHA FAZLA! DAHA FAZLA!"

Kaneto'nun gözleri öfke doldu.

Bir şeylerin içinde kırıldığı andı bu.

Daha çocuktu ama nefret denen şey, kemiklerine kadar işlemişti artık.

Rown tekrar konuştu:

Rown:

"2. Perde bitti!

Küçük göstericimize bir… ödül veriyoruz!"

Seyirciler güldü.

Bir adam sahneye çıktı ve Kaneto'ya paslı bir bıçak uzattı.

Kaneto'nun elleri titredi.

Bıçağı zorla aldı.

Bu bıçağın… ne için verildiğini hissediyordu.

Karnı buz kesti.

Nefesi daraldı.

Ve Rown, kalabalığı daha da kışkırtmak için son duyuruyu yaptı:

Rown:

"3. Perde birazdan başlıyoroooo!"

Kaneto'nun omuzlarına çöken karanlık…

Artık kaçamayacağı bir kaderin gölgesiydi.

Çadırın içindeki hava ağırdı… duman, ter, çürümüş tahta ve kan kokusu birbirine karışıyordu. Kalabalık sessizleşmişti ama bu sessizlik iyi bir sessizlik değildi; bir avcının nefesini tutup avını seyretmesi gibi, sadistçe bir beklentiyle doluydu.

Sahnenin ortasında, kesik bir ışık huzmesi altında Kaneto duruyordu. Elinde paslı bıçak… parmakları titriyor, eklemlerinin beyazı belirginleşiyordu. Göğsü gidip gelen soluklarla yukarı aşağı iniyordu; çocuk her nefeste biraz daha çökmüş gibiydi.

Rown öne çıktı. Gözleri şeytani bir parıltıyla doluydu.

Rown: "Üçüncü ve SON perde… başlıyor!

Bu çocuk… elindeki bıçakla annesini öldürecek!"

Kalabalık bir anda patladı.

"YAP!

YAP!

YAP!"

Kaneto'nun gözleri büyüdü.

Annesine döndü.

Helia kanlar içinde, sanki ayakta durmak bile bir mucizeymiş gibi hafifçe sallanıyordu. Dizleri titriyor, yüzü solgundu. Bir yandan nefes almaya çalışıyor, bir yandan oğluna bakıyordu; gurur ve çaresizliğin karıştığı bir bakıştı o.

Kaneto'nun sesi çatladı:

Kaneto:

"Anne… ben bunu yapamam… sana zarar veremem…"

(Boğuk, ağlamaklı, kelime çıkaramayan bir çocuk sesi.)

Helia titreyen bir nefesle gülümsedi. Gözlerinden yaşlar süzülüyordu ama gözlerindeki sevgi sönmemişti.

Helia:

"Oğlum… ben zaten ölümün kapısındayım.

Beni öldür…

Beni kurtar…

Sen yaşa… sen mutlu ol.

Hadi… benim için."

Kaneto başını hayır der gibi salladı.

Gözyaşları yanaklarını ıslattı.

Bıçağı tutan eli iyice titredi.

Rown bastonunu yere vurdu.

TUNK.

"Final sahnesi başlasın!"

Trampetler gürledi.

Işık kırmızıya döndü.

Kalabalık nefesini tuttu.

Kaneto ağır adımlarla annesine doğru yürüdü.

Her adımda, sanki ayaklarına ağırlık bağlanmış gibi sendeledi.

Dünya bulanıklaşmaya başladı; sesler yankılanıyor, çadır titriyordu.

Helia dizlerinin üzerine çöktü.

Başını oğluna doğru eğdi.

Gözlerinden akan yaşlar, çamurlu zemine karışıyordu.

Helia:

"Aferin oğlum… işte böyle…

Sakın beni unutma…"

Kaneto hıçkırıklarını tutamıyordu.

Bıçağı kaldırdı.

Elini geri çekti.

Yeniden kaldırdı.

Yeniden tereddüt etti.

Ama biliyordu.

Yapmazsa ikisi de öldürülecekti.

Gözlerini kapadı.

Dişlerini sıktı.

Ve…

Bıçağı indirdi.

Helia'nın bedeni bir anda gevşedi.

Gözleri yarı açık kaldı.

Son nefesi, Kaneto'nun titreyen elleri arasında kayboldu.

Helia öldü.

Kaneto'nun yüzüne donuk bir ifade çöktü.

Gözlerinde kocaman bir boşluk vardı.

İçinde bir şey kırılmıştı… telafisi olmayan bir şey.

Kalabalık bir anda çığlık kopardı.

"MUHTEŞEM!

BRAVO!

BRAVO!"

Helia'nın cansız bedeni kuklalar tarafından kaldırıldı.

Kadını hiçbir saygı göstermeden, bir çuval gibi sürüklediler.

Kaneto'nun gözleri açıldı, nefesi kesildi.

Küçük gövdesi gerildi.

Kaneto:

"DURUUNNN!!!"

Kükremeye benzer bir çığlıktı.

Çadırın içinde yankılandı.

Ama kimse umursamadı.

Rown sahnenin kenarında sırıtıyordu.

Henryy eliyle kalabalığı selamlıyordu.

Kuklalar Helia'yı sürüklemeye devam ediyordu.

Kaneto annesine doğru koşmaya çalıştı.

Ama tam o anda…

Bir el, karanlık perdenin ardından uzandı ve onu içeri çekti.

Kaneto'nun nefesi kesildi.

Bedenini sertçe duvara çarptı.

Karşısında, yüzü tamamen beyaza boyalı bir palyaço duruyordu.

Kırmızı burnu, geniş bir gülümsemesi ve boş, karanlık gözleri vardı.

Hiç konuşmadan…

Kaneto'nun önüne kırmızı bir balon uzattı.

Kaneto eliyle palyaçoyu itti.

Kaneto:

"Çekil!

Gitmem lazım… ANNEM!

ÇEKİL!"

Palyaço bir şey demedi.

Sadece aynı sinir bozucu gülümsemeyle balonu uzattı.

Ardından…

Karanlıktan iki palyaço daha çıkıp Kaneto'nun etrafını sardı.

Hepsi aynı sessiz, soğuk gülümseme.

Bir palyaço Kaneto'nun eline balonu zorla tutuşturdu.

Diğerleri çocuğu kolundan ve omzundan yakaladı.

Kaneto çırpındı, bağırdı, kustu, hıçkırdı…

Ama gücü yoktu.

Vücudu dayanamayacak kadar ağrıyordu.

Her adımı bıçak saplanmış gibi acı veriyordu.

Ve bir anda kendini bir at arabasının arkasına fırlatılmış buldu.

Araba hareket etti.

Tekerleklerin gürültüsü gecenin sessizliğinde yankılandı.

Kaneto'nun gözleri yarı kapalı…

Ağrı, korku, hüzün ve öfke birbirine karışmıştı.

Palyaço, pastel boyalı yüzüyle ona baktı.

Sanki olan biten hiçbir şey değilmiş gibi mutlu bir ifade taşıyordu.

Başını yana eğdi ve sakin bir tonda konuştu:

Palyaço:

"Bugün eğlenceliydin küçük adam."

Kaneto'nun içindeki tüm o biriken patlama o an dışarı taştı.

Kaneto:

"Eğlenceli mi?

Benimle DALGA mı geçiyorsun?!

Ben… BEN ANNEMİ ÖLDÜRDÜM!

Buna nasıl izin verdiniz?!

NEDEN?!

Bu dünya adaletli olmak zorunda değil mi?

Yoksa her şey… sadece bir gösteriden mi ibaret?!"

Palyaço derin bir nefes aldı.

Gülümsedi.

Palyaço:

"Adalet… sadece bir yanılma küçük evlat.

İnsanlar adaleti yüzlerinde taşır…

Ama kalplerinde asla.

Adalet…

Bir gösteriden ibaret."

Sonra at arabasına bindi.

Hiç acele etmeden, hiç telaş göstermeden sürüp uzaklaştı.

Kaneto geceye doğru haykırdı:

Kaneto:

"O zaman tanrılar da mı sadece bir gösteri?!

Adalet dağıttığını söyleyenler…

Onlar da mı BİR YALAN?!"

Cevap gelmedi.

Sadece rüzgâr.

Kaneto boş arazide diz çöktü.

Başını ellerinin arasına aldı.

Ağladı.

Öyle bir ağladı ki ses çıkaramadı—

gözleri kanadı, nefesi kesildi, boğazı acıdı.

O gece hiç uyuyamadı.

Her gözünü kapadığında

bıçağın annesinin kalbine girdiği anı

yeniden

yeniden

yeniden yaşadı.

Sabah olduğunda bile konuşamadı.

Dili tutulmuştu.

Vücudu titriyordu.

Kaneto o gece çocukluktan çıktı.

Ama büyümedi de.

Sadece… çöktü.

Ve böylece sahne kapandı.

Sirk gecesi bitti.

Ama Kaneto'nun kabusu yeni başladı.

VE BÖLÜM BİR KIRMIZI ÇİÇEĞE ODAKLANIP SONA ERDİ