Karanlık onu hemen salmadı.
Yavaşça inceldi—sönmekte olan korlardan yükselen dumanın dağılışı gibi—ve Aras, unutulmuş derin bir denizin dibinden yükseliyormuşçasına onun içinden yukarı doğru sürüklendi.
Önce sesler ulaştı kulağına:
Boğuk.
Uzak.
Toz ve taş katmanlarına sarılı.
Alçak bir uğultu.
Metalimsi bir sürtünme.
Zayıf, ritmik bir tıklama.
Hiçbiri bildiği bir yere ait değildi.
Artık bir şehir sokağında değildi.
Çatlamış asfaltın üzerinde diz çökmüyordu.
Mantıklı gelen hiçbir yerde değildi.
Bedeni ağırlıksız bir sisin içinde yüzüyordu; ta ki hisleri, onu soğuk ve düzensiz bir yüzeye bastıran ağır bir baskı olarak geri dönene kadar.
Taş.
Parmakları seğirdi.
Pütürlü, taneli bir yüzeye dokundu—külle karılmış kaya gibiydi.
Aldığı nefes kuru ve metalikti; yanmış toprağın kokusunu, hatta ondan bile eski, ruhunda bir hatıra duygusu uyandıracak kadar yaşlı bir şeyi taşıyordu.
Bilincinin sınırında bir ses fısıldadı.
Düşen ışıktan gelen ses değildi.
Bu yeni bir sesti—sessiz, ölçülü, sakin.
"Hâlâ nefes alıyorsun. İyi."
Aras gözlerini açmaya çalıştı.
Dünya, dalgalanan suyun altından bakıyormuş gibi gri bir bulanıklıkla cevap verdi.
Bir kez daha kırptı.
Bulanıklık keskinleşti.
Kurumla kararmış çatlak çizgiler taşıyan bir tavan belirdi—zamanın ya da daha sert bir şeyin izleriyle yarılmış koyu taş.
Sağ tarafında solgun bir ışık kaynağı yanıp sönüyordu.
Ateş değildi.
Elektrik değildi.
Bambaşka bir şeydi—kül renginde bir parıltı, ısı vermeden titreyen bir canlılık.
Nefesi düzensizdi.
Boğazı kavruktu.
Dili, külün acı tadıyla kaplıydı.
"Çok hızlı hareket etmemeye çalış," dedi ses yeniden.
Aras başını o yöne çevirdi.
Bu bile çaba gerektiriyordu—bedeni olması gerektiğinden daha ağır hissediliyordu, sanki bu yerde yerçekimi farklı bir yasa izliyordu.
Karanlığın içinden bir yüz belirdi.
Genç bir kadın.
Keskin yüz hatları vardı; koyu saçları kül gri çizgilerle tozlanmıştı.
Gözleri—derin, tetikte, kül ışığında hafifçe parıldayan—onu temkin ve merak arasında bir yerde inceliyordu.
Belinde kısa bir obsidyen bıçak asılıydı.
"Uyanmışsın," dedi. "Bu… nadirdir. İnsanlar Külhücre'de pek uyanmaz."
Aras konuşmak için dudaklarını araladı ama çıkan tek şey kuru bir hışırtı oldu.
Kadın diz çöktü, küçük bir kil kap uzattı.
İçindeki sıvı hafifçe parlıyordu—sis kadar gri.
"İç. Buradaki hava dışarıdan gelenlerin gücünü çeker."
Aras içti.
Sıvı beklediğinden daha serindi, daha temizdi.
Ama boğazından iner inmez göğsünde—gri ışığın çarptığı noktada—yakıcı bir nabız patladı.
Aras inledi, elini o noktaya bastı.
Kadın bunu fark etti.
"Evet," diye mırıldandı. "İşaret."
Yüzü karardı.
"Bu pek iyi değil."
Aras zor yutkundu, sesi kırık döküktü:
"Ben… neredeyim?"
Kadın ayağa kalktı.
Duvarların ötesinde bir şeyi dinliyordu—Aras'ın duyamadığı bir şeyi.
Bir süre sonra cevap verdi:
"Gritaş Dağı'nın altındasın," dedi.
"En alt bölmelerde… Külhücre'de."
Aras'ın yüzündeki boş bakışa karşılık ekledi:
"Artık kendi dünyanda değilsin.
Hatırladığın dünyada."
Taş zeminin altından derin bir titreşim yükseldi—boğuk, içten gelen bir uğultu.
Toz hafifçe titredi.
Kadının gözleri kısıldı.
Elini obsidyen bıçağa götürdü.
"Hareket ediyorlar," diye fısıldadı.
"Vaktimiz yok."
Aras titreyen kollarıyla doğruldu.
Dünya bir anlığına yana eğildi—sanki karanlık onu tanıyıp üzerine geliyordu.
Lira'nın bakışı birden keskinleşti.
"Yaşamak istiyorsan yakınımda kal," dedi.
"Ve ses çıkarma.
Eğer işaretli olduğunu anlarsalar…"
Bir titreşim daha.
Daha yakın.
Aras'ın kalbi sıkıştı.
"Kim… anlarsa?"
Lira ona bakmadan yanıtladı:
"Düşenleri toplayanlar," dedi.
"Külbağlılar."
Taş duvarın ardından devasa bir şey geçti; dökülen toz ağır ağır aşağı süzüldü.
Aras sendeleyerek ayağa kalktı.
Külhücre uyanıyordu.
Ve Aras'ın gelişini hissetmişti.
