Cherreads

Chapter 5 - Bölüm 5: Altınoluk’ta Bir Gece

"Hizmetkârım… Orion'u yakaladığımda, efendisinin ben — Rene Obruks — olduğunu sanal ruhuna kazıyacağım."

Ona yapacaklarımı düşünmek, gülümsememe neden oldu.

Sözlerim karanlıkta yankılandı. Öfkem, tipiyle yarışıyordu.

Altınoluk köyüne vardığımızda gece çoktan her yanı sarmıştı.

Bir zamanlar Orion'u bulduğumda ışıkla dolu olan bu yer, şimdi ölü gibiydi.

Tipi, öfkeli bir canavar gibi uluyordu.

Ay ışığı, karla kaplı yolları tekinsiz bir sahneye çeviriyordu.

Kar, her adımda çatırdıyordu.

Gizlenmemiz artık imkânsızdı.

Atreas'ın üşüdüğünü görebiliyordum.

Belli etmemeye çalışsa da çenesi bir fındık kıran gibi titriyordu.

Orion'a olan bağlılığı, onu dinlenmekten alıkoyuyordu.

"Atreas, bu günlük yeterli," dedim.

"Hana gidiyoruz. Atlar yorgunluktan ölecek."

"Efendimiz… belki Orion da handadır."

Umut ve korku, sesinde birbirine karışmıştı.

Ben bir oyuncuyum.

Bu dünyada benim için acı yaratılmadı — ne soğuk, ne sıcak.

Ne sigara öldürür, ne viski sarhoş eder.

Mükemmel bir sistem.

Yürümeye devam ettik.

Cebimden puro ve çakmağımı çıkardım.

Alev, karanlığı bir anlığına deldi.

Dumanı üflerken alaycı bir gülümsemeyle yanıtladım:

"Orion'u handa görürsem, doğmamış olmayı dileyecek."

Atreas kaşlarını çattı.

"Orion, onu büyüten köylüleri kurtarmak için yola çıktı," dedi.

Sesinde sitem gizliydi.

"Orion'un kurtarmak istediği tek köylü, güzel terzi Lumen."

Dumanı geceye savurdum.

Meydana vardığımızda taş evlerin gölgeleri ay ışığında kıpırdanıyordu.

Sanki lanetli bir dansın parçasıydılar.

Hanın kararmış demir kapısı, bir canavarın ağzı gibi tehditkâr duruyordu.

Kapının önünde iki beden yatıyordu: biri büyük, diğeri küçük.

Saplanmış mızraklar, onları korkunç bir heykel gibi dondurmuştu.

Atreas'ın yüzü kireç gibiydi.

Gözleri dehşetle parlıyordu.

Ama benim için bu sadece oyunun bir parçasıydı.

Gaz lambasını kaldırarak haykırdı:

"Aman Tanrım!"

Hızla meydana koştu.

Atı huysuzlanarak peşinden sürüklendi.

Ben de ardından yürüdüm — adımlarım sakin, soğukkanlıydı.

Köşeyi döndüğümüzde Atreas dondu kaldı.

Hanın önündeki bedenlere saplananlar mızrak değil, insan kemikleriydi — kollar, bacaklar, eklemler…

Kadın donmuş halde yatıyordu, kıpırtısız.

Ama çocuk… bedeni hafifçe hareket ediyordu.

Saplanmış kemiklerin uçlarındaki eller yavaşça sallanıyordu.

"Oyunundaki delilik seviyesi yine artmış diye düşündüm."

Bir an durdum.

Rüzgârın uğultusu tipiyle karıştı; sanki bütün köy, ölülerin nefesini içime üflüyordu.

Kısa bir sessizlik.

Sonra gerçek tekrar üzerimize çöktü.

Başımı meydana çevirdim.

Dehşet büyüyordu.

Köylü NPC'ler sanki patlamış gibiydi.

Kollar, bacaklar, kanla lekelenmiş kar…

Her yer bir kâbus sahnesiydi.

Atreas'ın boğazı düğümlendi.

Kısık bir sesle fısıldadı:

"Orion ölmemiş olmalı…"

Sanki bunu söyleyerek gerçeği değiştirebileceğini sanıyordu.

Onun endişesini hissedebiliyordum.

Umarım ölmemiştir.

NPC ölürse diriltilemez — zararım büyük olurdu.

Bu kanlı müzede Orion'un parçaları mı vardı?

Soğukkanlı bir kahkaha attım; sesim karanlıkta yankılandı.

"Orion'u kimse parçalayamaz. Umarım bu onun eseri değildir.

En iyi adamımın peşine Deadline'ların düşmesini istemem."

Gerçek dünyayı terk edip sonsuza dek çevrimiçi kalanlar…

Kendi ölüm tarihlerinin ötesine geçmiş insanlar. Sanal ömür bağımlıları… diye mırıldandım.

Atreas, "Efendimiz, siz de bir Deadline'sınız," dedi.

"Ben o kadar oyunun kurallarına sadık değilim."

Tipi hafiflemişti.

Yerdeki çocuktan boğuk bir öksürük yükseldi.

Hayatı ciğerlerinden çekiliyordu.

Ağzından sızan kan, karın üzerinde koyu bir leke oluşturdu.

Atreas, baltasıyla parçalanmış bedenleri kenara itiyordu.

Ben çocuğun yanına çömeldim.

Elimi havada kaydırdım; mavi bir ışık huzmesiyle pikseller titreşti.

Ekranda yazı belirdi:

Fey — Seviye 11

Menüyü kaydırdım.

Zaman Genişlemesi Katkısı: binde bir.

Yeni başlayan biri için etkileyici.

Ama HP çubuğu son pikselinde yanıp sönüyordu.

Zamanı tükeniyordu.

Potion vermek için onu sırtüstü çevirdim.

Karınındaki delik, iç organlarını acımasızca sergiliyordu.

Kan, karla karışarak kırmızı bir bataklık oluşturmuştu.

Potion işe yaramazdı.

Soğuk bir hesaplamayla düşündüm.

Oyunun kuralı açıktı — kurtarılmazsa puanlar aktarılmalıydı.

Binde birlik katkı küçük bir şeydi, ama insanlığın her puana ihtiyacı vardı.

Atın eyerinden destek alarak ayağa kalktım.

Atlar huzursuzlandı.

Kişneyip kara vuruyor, sesleriyle bizi açık hedef hâline getiriyorlardı.

Sürüngen Doğrayıcı'yı kınından çektim.

Çeliğin ağırlığı koluma tatlı bir baskı yaptı.

Ucu ay ışığında parladı.

Kılıcın ucunu çocuğun boğazına dayadım.

"Suçlu ben değilim, evlat," dedim.

"Oyunun kuralı böyle."

Sadece biraz itmem yeterliydi.

Menüdeki HP çubuğu son bir kez titredi.

Tam o anda bir el, ayak bileğimi yakaladı.

"Efendime kimse dokunamaz!" diye tısladı bir ses.

Ölü sandığım kadın, karın üzerinde yatan gövdesiyle inanılmaz bir güçle tutuyordu.

Yeşil kapşonunun altından sarkan kızıl saçları, kanla lekelenmiş karın üzerinde menekşeler gibi parlıyordu.

Son nefesi, buz gibi havada buhar olup kayboldu.

Gözleri bilinçsizdi ama öfkesi canlıydı.

Sanki sistemin kendisi, ona son bir direniş gücü vermişti.

Çocuğun HP çubuğu sıfırlanmıştı.

Burnundan süzülen son kan damlası, karı kırmızıya boyadı.

Kadın hâlâ ayak bileğimi kırarcasına sıkıyordu.

Parmakları etime gömülüyordu.

Atreas'ın çığlığı geceyi yardı.

Arkamı döndüm.

Ayın solgun ışığında, ipleri kopmuş bir kukla gibi bir adam boyu yüksekte asılı duruyordu.

Yüzü gökyüzüne dönüktü.

Etrafımız, havada duran kana bulanmış insan parçalarıyla çevriliydi.

Hava bile kan kokuyordu.

Bu kâbus…

Şimdi bizim peşimize mi düşmüştü?

More Chapters