Nefesleri, göğüslerinde sıkışmış bir çığlık gibiydi. Dallar yüzlerini çiziyor, kökler ayaklarına dolanıyordu. Arkalarındaki soğuk, sabit varlık hissi hiç azalmıyor, aksine her saniye yaklaşıyordu.
"Buraya!" diye seslendi Moaito, bir kaya yarığını göstererek. Burası, devrilmiş bir kayadan oluşan doğal bir sığınaktı. İçeri daldılar. Karanlık ve dardı, ama savunulabilirdi.
"Kaçamayız," diye soludu Moaito, Sere'ye dönerek. Gözleri, alışılmadık bir aciliyetle parlıyordu. "Savaşmak zorundayız." Hızlıca, girişe yakın, gevşek bir kaya parçası işaret etti. "Onu içeri girer girmez üzerine devir. Anladın mı?"
Sere, sadece bir kez, hızlıca başını sallayabildi. Boğazı düğümlenmişti. Kılıcını avuçlarının teriyle ıslanmış kabzasından zar zor çekti. Bu, onun ilk gerçek savaşı olacaktı.
Ve sonra, dışarıdaki sesler kesildi. Ormanın tüm sesleri ölmüştü. Sadece kendi kalp atışlarının gürültüsü ve uzaktan, yaprakları ezen yavaş, ağır ayak sesleri vardı. Bir değil, iki çift.
Gölgeler, kaya sığınağının girişinde belirdi. İki Kül Avcısı. Gözleri boş, yüzleri ifadesizdi. Sanki rüzgarın taşıdığı kömür parçaları gibi içeri süzüldüler.
İlki tam içeri adımını attığında, Sere, Moaito'nun işaret ettiği kayayı itti. Taş, gıcırtıyla yerinden oynadı ve Kül Avcısı'nın üzerine yuvarlandı. Yaratık, bir çığlık veya inilti çıkarmadan, cansız bir kukla gibi ezildi, vücudu gri bir toz bulutuna dönüşerek dağıldı.
Ama ikincisi içeri girmişti bile.
Moaito, "Lumer! Umbra!" diye haykırdı. İki kılıç, sanki gölgelerin ve ışığın içinden doğarak ellerinde belirdi. Artık daha somundular, daha gerçek. Işığın kılıcı parıldıyor, gölgeninki etrafındaki ışığı bile yutuyordu. Moaito, Kül Avcısı'na saldırdı. Çelik sesi, kayalık sığınağın içinde şimşek gibi çaktı.
Bu sırada, diğer Kül Avcısı doğruldu ve doğrudan Sere'ye yöneldi. Sere, donakalmıştı. Yaratığın boş gözlerinde kendi ölümünün yansımasını görüyor gibiydi. Korku, onu bir heykel gibi dondurmuştu.
Kaç... yapamazsın... başarısızsın... Zihninde, tıpkı Kader Gölü'ndeki gibi o zehirli fısıltılar yükseldi.
Sonra, göğsündeki Eşiğin Taşı'nın sıcaklığını hissetti. Ve Moaito'nun sesini hatırladı: "Niyetini hatırla!"
"Hayır!" diye gürledi Sere, sesi korkudan değil, öfkeden titreyerek. İki eliyle kılıcını kavradı ve Kül Avcısı'na doğru savurdu. Saldırı beceriksizdi, yaratığı zar zor sıyırdı. Ama tam o anda, Eşiğin Taşı'ndan, kör edici olmayan, ama saf bir istem gücü yayan beyaz bir parıltı fışkırdı.
Kül Avcısı, bu saf niyet enerjisi karşısında şaşkına döndü, bir anlığına sendeledi. İşte o an, Moaito kendi rakibini toza çevirmişti ve dönüp son Kül Avcısı'nın sırtına, gölge kılıcını sapladı. Yaratık, sessizce, diğeri gibi toz olup gitti.
Sığınakta, toz bulutları ve ağır nefes seslerinden başka bir şey kalmamıştı. Sere, titreyerek, neredeyse yere yığılıyordu. İlk kez bir şeyi öldürmüştü – ya da yok etmişti – ve bu his midesini bulandırıyordu.
Sonra, yavaş, tek tük bir alkış sesi duyuldu.
Kaya sığınağının girişinde, Kael duruyordu. Yüzünde, soğuk ve hesaplı bir hayranlık ifadesi vardı.
"Etkileyici," dedi, sesi buz gibi ve düz. "Gerçekten. Özellikle de sen, kız. O 'saflık' seni bu kadar ileri götürdü." Toz olmuş Kül Avcıları'nın kalıntılarına baktı. "Ama bak... Onlar acı çekmedi. Korkmadılar. Hiçbir şey hissetmediler. Mükemmel bir son, değil mi? Huzur."
Moaito, hemen Sere'nin önüne geçti, kılıçları hâlâ elinde. "Sen kimsin?" diye sordu, sesi bir bıçak gibi keskin.
Kael, hafifçe gülümsedi, ama bu ifade gözlerine yansımıyordu. "Ben, bu dünyanın çektiği acıların bir sonucuyum. Bir çareyim. Sizler, döngünün umutsuz bekçileri. Ben ise onun mezarcısı."
Kael, kılıcına bile elini atmadı. Onun yerine, sadece orada durdu. Ama aniden, sığınağın içindeki hava değişti. Renkler soldu, sesler boğuklaştı. Sere, nefes almakta zorlandığını hissetti. Sanki varoluşunun kendisi, ince bir tül gibi ondan çekip alınıyordu. Bu, Kader Gölü'ndeki saldırıdan çok daha güçlüydü.
Moaito, derhal tepki verdi. Lumer ve Umbra'dan, dengenin ışıltılı bir kalkanını yarattı. Sere ise, Eşiğin Taşı'na sarıldı ve kendi niyetini – hayatta kalma, korkusunu yenme arzusunu – bu kalkana odakladı. İki enerji, Kael'in yarattığı hiçlik alanına karşı amansız bir direnişle parlıyordu.
Görünmez bir savaş veriliyordu. Kayanın duvarları çatırdadı. Kael'in yüzündeki o küçümseyen ifade, yerini konsantre bir ciddiyete bıraktı. Onları hafife almamıştı, ama bu kadar güçlü olacaklarını da tahmin etmemişti.
Sonunda, Kael bir adım geri attı. Boğucu baskı aniden kalktı. Moaito ve Sere, nefes nefese, sırtlarını kayaya dayamak zorunda kaldılar.
"Bu sadece bir merhabaydı," dedi Kael, sesi yeniden o sakin, tehditkâr tona bürünmüştü. "Asıl dans henüz başlamadı. Sizi yormama gerek yok. Bu dünya zaten sizin için yeterince yorucu olacak."
Gözleri Sere'nin üzerinde bir an durdu, neredeyse merakla. Sonra, arkasını döndü ve ormanın gölgelerinde, geldiği gibi sessizce kayboldu.
Sere, titreyen elleriyle yüzünü kapattı. Moaito ise, Kael'in gittiği yere bakakaldı, yüzünde derin bir endişe vardı.
Tam o sırada, Sere'nin göğsündeki Eşiğin Taşı, aniden ve şiddetle parladı. Ama bu sefer Kael'in gittiği yöne değil, tam aksi yöne, "Rüzgarın Doruğu"na doğru işaret ediyordu. Sanki Kael onları oyalarken, orada çok daha büyük bir tehdit filizlenmişti.
Kael'in gölgesi ormanı terk etmişti, ama bıraktığı soğukluk kemiklerine işlemişti. Zafer değil, bir ertelemeydi bu. Ve o anda anladılar ki, artık sadece bir hedefe doğru koşmuyorlar; bir savaşın içinde, iki cephede birden savaşıyorlardı.
