Rüzgarın Doruğu'nun eteklerine inmek, bir fırtınanın midesine düşmek gibiydi. Çıplak kayalara vuran rüzgar, artık bir uğultu değil, sürekli, kulak tırmalayıcı bir çığlıktı. Havada, toz ve elektrik kokusu vardı, ama altında, Kader Gölü'ndeki gibi cansız bir çürüme kokusu da hissediliyordu.
Moaito, ilkel tapınağa giden en iyi rotayı gözden geçiriyordu. Gri pelerinliler, düzenli aralıklarla devriye geziyordu, ama hareketleri mekanik ve öngörülebilirdi. Kael'in zekasını burada görememek, Moaito'yu daha da tedirgin ediyordu. Bu bir tuzak mıydı?
"İki gruba ayrılacağız," diye fısıldadı Sere'nin kulağına, sesi rüzgarda neredeyse kayboluyordu. "Ben dikkatlerini çekeceğim. Sen, batıdaki o arka girişten içeri sız. Amacın ana tapınağa ulaşmak ve bozulmanın kaynağını bulmak."
Sere'nin gözleri büyüdü. "Yalnız mı? Ama..."
"Artık bir öğrenci değilsin, Sere," diye kesiti Moaito, sert ama adil bir tonla. "Kader Gölü'nde yürüdün. Kael'in zihinsel saldırısına direndin. Gücün, sen farkında olmasan da, seninle. Sadece ona güven."
Bu sözler, Sere'de bir kıvılcım çaktırdı. Korkusunun üzerine bir örtü çekti ve derin bir nefes alarak başını salladı. "Anladım."
Moaito, doğrudan ana girişe doğru hareketlendi. Bir an sonra, orada bir kargaşa patlak verdi. Işık ve gölge kılıçlarının parıltısı, gri pelerinlilerin alarm çığlıklarına karıştı. Tüm dikkatler ona çevrildi.
Bu, Sere'nin şansıydı. Bir kaya gölgesinden diğerine, bir heykel gibi sessizce süzülerek, batıdaki dar, yarı gizli geçite ulaştı. İçeri kaydı.
İçerisi, dışarıdaki kaosun tam zıttıydı. Hava ağır, hareketsiz ve kulakları sağır edecek kadar sessizdi. Rüzgarın çığlığı buraya ulaşmıyordu. Duvarlar, rüzgar tanrılarını ve uçan yaratıkları betimleyen kabartmalarla kaplıydı, ama hepsinin üzeri, tıpkı kök odasındaki gibi, siyah veya beyaz, hastalıklı bir lekeyle kaplanmıştı.
Eşiğin Taşı, göğsünde zonkluyordu. Onu, bir dizi dar koridordan, aşağılara, dağın kalbine doğru yönlendiriyordu. Her adımında, zihninde bir baskı oluşuyordu. Bu sefer geçmişinin görüntüleri değil, sessizlik korkusuydu. Sanki buradaki hiçlik, onun varlığını da yutmak, onu bir hiçliğe dönüştürmek istiyordu. Adımları yavaşladı. Yalnızım. Kaybolacağım. Moaito'yu asla bulamayacağım.
Tam o sırada, koridor genişledi ve Sere kendini devasa, yuvarlak bir odada buldu. Odanın tavanı delikti ve delikten, o dönen, hasta girdabın alt kısmı görünüyordu. Odanın tam ortasında, havada asılı duran, dönen bir kristal vardı. Kristal, siyah ve beyaz çatlaklarla doluydu ve her dönüşünde, dışarıdaki o dengesiz rüzgarı ve içerideki bu boğucu sessizliği pompalıyor gibiydi. Bozulmanın kalbi buydu.
Ancak Sere yalnız değildi.
Odada, sırtı ona dönük, kristali izleyen biri daha vardı. Gri pelerin giymiyordu. Sade, koyu renkli seyahat giysileri vardı. Adam yavaşça döndü. Genç, zeki bir yüzü vardı, ama gözlerinde Kael'inkine benzer bir yorgunluk ve inat vardı. Bu, Kael değildi.
"Demek bir misafirimiz var," dedi adam, sesi oda kadar sakin ve düzdü. "Kael, Moaito'nun yanında genç bir kız olduğundan bahsetmişti. Ama senin... buraya kadar tek başına gelecek kadar güçlü olduğunu söylememişti."
"Sen kimsin?" diye sordu Sere, kılıcını savunma pozisyonuna kaldırarak.
"Benim adım Lyrian," diye cevapladı adam. "Bir zamanlar, tıpkı senin gibi, bu dünyanın seslerini ve hikayelerini kaydeden bir tarihçiydim. Ta ki gerçeği görene kadar." Kristale işaret etti. "Bu 'fırtına' bir yıkım değil. Bir arınma. Rüzgar, artık yalanları ve boş umutları taşımıyor. Sadece... gerçeği taşıyor: Hiçliğin huzurunu."
Sere, adamın sözlerindeki o sinsi, baştan çıkarıcı mantığı duyabiliyordu. Bu, Kael'in felsefesinin bir yansımasıydı.
"Bu bir huzur değil!" diye haykırdı Sere, sesi ölü odayı yırttı. "Bu ölüm! Sen bir tarihçiysen, kaydetmek yerine neden yok ediyorsun?"
Lyrian'ın yüzünde acımasız bir anlayış belirdi. "Çünkü bazı hikayeler anlatılmamalı. Bazı şarkılar söylenmemeli. Onlar sadece acı getiriyor. Ve ben, o acının sonunu getirmek için buradayım."
Lyrian, fiziksel bir saldırı başlatmadı. Onun yerine, odadaki sessizliği bir silah gibi Sere'nin üzerine yöneltti. Sesler, renkler, hatta kendi düşüncelerinin yankısı bile yutuluyor, onu mutlak bir yalnızlık ve anlamsızlık duygusuyla boğuyordu. Bu, Kael'inkinden daha incelikli, daha entelektüel bir saldırıydı.
Sere, dizlerinin üstüne çöktü. Gözlerini kapadı. Kendi kalp atışını bile duyamıyordu. Yalnızdı. Kaybolmuştu.
Gücün seninle.
Moaito'nun sözleri, zihninde bir şimşek gibi çaktı. Gücü dışarıda, kılıcında veya taşta aramamalıydı. Güç, onun içindeydi. Onun korkusunu yenme, ilerleme, yaşama niyetindeydi.
Derin bir nefes aldı – ciğerlerine dolan sessizliğe meydan okuyarak. Ve sonra, bir şarkı mırıldanmaya başladı. Çocukken annesinden öğrendiği, basit, unutulmuş bir ninni. Sesi, ilk başta zayıf ve çatallıydı, sessizlik tarafından neredeyse anında yutuldu.
Ama pes etmedi. Eşiğin Taşı'na odaklandı. Onu bir yumruk veya kalkan olarak değil, bir ses yükseltici olarak kullandı. Kendi niyetini, kendi insanlığını, kendi varlığını bu basit şarkıya akıttı.
Ses, aniden güçlendi. Odada yankılandı. Sessizliği delip geçen saf, dirençli bir hayat çığlığıydı bu. Kristal titremeye başladı. Lyrian'ın yüzündeki o sakin ifade şok ve öfkeyle çatladı.
"Sus!" diye bağırdı.
Ama Sere, şarkıyı söylemeye devam etti. Ve bu sefer, şarkı sadece onun sesi değildi. Duvarlardan, taşlardan, dağın kendisinden gelen bir yankıydı. Bozulmamış, saf bir yaşamın hatırasıydı.
O anda, Moaito odanın girişinde belirdi. Giysileri yırtılmış, yorgundu, ama gözleri gururla parlıyordu. Sere'yi, Lyrian'a meydan okurken görünce, saldırmadı. Sadece izledi. Bu, onun sınavıydı.
Sere, şarkısını bitirdiğinde, odadaki boğucu sessizlik kırılmış, yerini titreşen, canlı bir sükunete bırakmıştı. Kristaldeki siyah ve beyaz çatlaklar, hafifçe solmuştu.
Lyrian, dehşet içinde geri çekildi. "Bu... bu imkansız."
"Hayır," diye karşılık verdi Sere, sesi artık titremiyordu. "Sadece insan." Moaito'ya döndü. "Şimdi. Bu işi bitirelim mi?"
Moaito, Lyrian'a doğru bir adım attı, kılıçları hazırdı. Ancak Lyrian, bir toz bulutu gibi geri çekilerek, odanın arkasındaki bir gölgede kayboldu. Onun kaçışı, Kael'inki kadar dramatik değil, daha çok yenilgiyi kabul eden bir tarihçinin kaçışı gibiydi.
İkisi, odada yalnız kaldılar. Asıl hedef, hâlâ havada asılı duran ve dönen kristaldi.
Ve Moaito, Sere'ye baktı. "Nasıl yok edeceğiz?" diye sordu. Bu sefer, cevabı ondan bekliyordu.
